rahat döşeği: Rahat bir yaşam, konforlu bir ortam.
Yeni eviyle rahat döşeği buldu, her şey çok konforlu.
rahat durmamak: Sürekli hareket halinde olmak, yerinde duramamak.
O işten iş beğenmez, rahat durmamakla meşhurdur.
rahat yüzüne hasret kaldı: Rahat bir yaşamı özlemek, konforu aramak.
Eski evindeki rahat yüzüne hasret kaldı, yeni yerinde çok sıkıntı çekiyor.
rahmet okumak: Ölen birine dua etmek veya ona saygı göstermek.
O kişi vefat ettiğinde rahmet okuduk, hatıralarını yaşatmaya çalıştık.
ramak kalmak: Hedefe yaklaşmak ama henüz ulaşamamak.
O işte başarılı olmaya ramak kaldı, son bir adım kaldı.
Ramazan keyfi: Ramazan ayında yaşanan huzur ve tat.
O günlerde Ramazan keyfi vardı, her şey çok daha güzeldi.
rayına oturmak: Her şeyin düzenli ve düzgün şekilde ilerlemesi.
Yeni düzenlemeyle işler rayına oturdu, her şey yolunda.
rehine vermek: Bir şeyi veya durumu tehlikeye atmak, riske sokmak.
O stratejiyle rehine verdi, tüm planlar riske girdi.
rengi olmamak: Düşük görünmek, etkisiz olmak.
O yeni proje rengi olmuyor, etkisi pek görülmüyor.
renk senfonisi: Çok çeşitli ve uyumlu renklerin bir arada olduğu durum.
O tablo gerçekten bir renk senfonisi, her ton mükemmel uyum sağlıyor.
renk vermemek: Herhangi bir etki, iz veya belirti göstermemek.
O olayda renk vermedi, ne olduğunu belli etmedi.
renkli cam: Çok çeşitli ve dikkat çekici.
O vitrin gerçekten renkli cam, çok ilgi çekici.
resim gibi: Çok güzel ve düzenli.
O manzara gerçekten resim gibi, harika bir görüntü sunuyor.
rest çekmek: Kararlı bir şekilde karşı çıkmak, durdurmak.
O tartışmada rest çekti, artık geri adım atmak istemedi.
rızkını taştan çıkarmak: Zorlu şartlar altında bile geçimini sağlamak.
O kişi rızkını taştan çıkarıyor, her türlü zorluğu aşıyor.
rica etmek: Bir şey için kibarca veya nazikçe talepte bulunmak.
Size bir iyilik rica edebilir miyim?
rol yapmak: Bir karakteri canlandırmak veya belirli bir görev üstlenmek.
O filmde çok başarılı bir rol yaptı, tüm dikkatleri üzerine çekti.
rotayı değiştirmek: Yönünü veya planını değiştirmek.
O proje başarısız olunca rotayı değiştirdi, yeni bir strateji benimsedi.
rufailer karışır: Belirsiz ve karmaşık bir durum ortaya çıkar.
O anlaşmazlıkta rufailer karıştı, her şey daha da karmaşık hale geldi.
ruhu bile duymaz: Bir şeyi umursamamak veya dikkate almamak.
O, olan biteni ruhu bile duymadan geçiyor, hiç önemsemiyor.
ruhuna hitap etmek: Kişinin içsel duygularına veya ihtiyaçlarına uygun olmak.
O müzik gerçekten ruhuna hitap ediyor, çok etkileyici.
rüya gibi: Çok güzel, harika veya gerçek dışı.
O tatil gerçekten rüya gibiydi, her şey mükemmeldi.
rüyasında görse hayra yormaz: Olumsuz veya kötü bir durum.
O haber rüyasında görse hayra yormaz, tamamen kötü bir durum.
rüzgâr ekip fırtına biçmek: Başkalarına zarar vermek veya olumsuz etkiler oluşturmak.
O davranışla rüzgâr ekip fırtına biçti, büyük bir kaos yarattı.
rüzgâr gelecek delikleri tıkamak: Gelecekteki olumsuz etkileri önceden önlemek.
O işin sonunu düşünerek rüzgâr gelecek delikleri tıktı, önlemler aldı.
saat gibi: Çok düzenli veya dakik.
O program saat gibi işliyor, her şey tam zamanında yapılıyor.
saat gibi çalışmak: Çok düzenli ve kusursuz şekilde çalışmak.
O makine saat gibi çalışıyor, hiçbir aksaklık yok.
saat on bir buçuğu çalmak: Saatin belirli bir zamanı göstermesi, genellikle geç bir saati ifade eder.
Toplantı saat on bir buçuğu çaldı, herkes hazırdı.
saat tutmak: Belirli bir zamanı izlemek veya planlamak.
O kişi her zaman saat tutar, programına sadık kalır.
saati çalmak: Saatin çalmasını veya zamanın geçtiğini ifade eder.
O geç kalınca saati çaldı, önemli bir toplantı kaçırdı.
sabır taşı: Çok sabırlı veya dayanıklı olmak.
O kişi sabır taşı, her duruma sakin ve anlayışlı yaklaşıyor.
sabun köpüğü gibi sönmek: Hızla ve etkisiz bir şekilde yok olmak.
O proje sabun köpüğü gibi sönüyor, kısa sürede başarısız oldu.
sacayak olmak: Gereksiz yere dikkat çekmek veya işin dışına çıkmak.
O tartışmada sacayak oldu, konuyla ilgili değil.
saç saça baş başa: Kavgacı bir durumu ifade eder, iki tarafın da kavga ettiği anlamına gelir.
O iki grup saç saça baş başa dövüşüyor, aralarındaki gerginlik çok yüksek.
saç saça, baş başa dövüşmek: Çok yoğun ve şiddetli bir kavga etmek.
O tartışmada saç saça baş başa dövüştüler, hiç biri geri adım atmadı.
saç sakal ağartmak: Yaşlılık ve deneyim kazandırmak.
O kişi yılların deneyimiyle saç sakal ağarttı, çok bilgili oldu.
saçı başı ağarmak: Yaşlanmak, çok yaşlı görünmek.
O uzun yıllar çalıştıktan sonra saçı başı ağardı, çok yaşlandı.
saçı bitmedik: Henüz genç, olgunlaşmamış.
O kişi saçı bitmedik, genç ve deneyimsiz.
saçı topuklarını dövmek: Çok yaşlı ve yıpranmış olmak.
O kişi saçı topuklarını dövmüş, uzun yılların yorgunluğunu taşıyor.
saçı uzun aklı kısa: Dış görünüşün zekâ ile uyumsuz olduğunu ifade eder.
O kişi saçı uzun aklı kısa, çok kıvrak düşünemiyor.
saçılıp dökülmek: Kötü bir durumda olmak, dağınık bir görünüm sergilemek.
O evde saçılıp döküldü, her şey dağınıktı.
saçına ak düşmek: Yaşlanmak, olgunlaşmak.
O kişi saçıma ak düştü, uzun yılların etkisi var.
saçına başına bakmadan: Dikkatsiz veya umursamaz bir şekilde davranmak.
O işleri yaparken saçına başına bakmadan hareket etti, çok dikkatsizdi.
saçını başını yolmak: Çok üzülmek veya sinirlenmek.
O haberle saçını başını yoldu, büyük bir üzüntü yaşadı.
saçını süpürge etmek: Aşırı fedakârlık yapmak, çok emek vermek.
O, çocukları için saçını süpürge etti, her şeyini onlara adadı.
saçıp savurmak: Gereksiz yere harcamak veya dağınık bir şekilde bırakmak.
O parayı saçıp savurdu, sonunda hiçbir şey kalmadı.
saçlı sakallı adam: Genellikle yaşlı ve uzun sakallı bir adamı ifade eder.
O yaşlı adam saçlı sakallı, çok deneyimli biri.
saçma sapan: Anlamsız, mantıksız şeyler yapmak veya söylemek.
O söyledikleri tamamen saçma sapan, hiç bir mantığı yok.
saçma sapan konuşmak: Anlamsız veya mantıksız şeyler söylemek.
O toplantıda saçma sapan konuştu, kimse ne dediğini anlamadı.
sadede gelmek: Konuyu netleştirmek, ana noktaya odaklanmak.
Çok uzatıyorsun, sadede gel de ne demek istediğini anlat.
sadık dost: Güvenilir ve vefalı arkadaş.
Gerçekten sadık dost, her zaman yanında.
sağ eliyle sol kulağını göstermek: Çok karışık ve anlaşılmaz bir durumda olmak.
O rapor sağ eliyle sol kulağını göstermek gibi, hiç anlaşılmıyor.
sağa sola bakmadan: Dikkatsizce veya kayıtsızca hareket etmek.
Sağa sola bakmadan yola çıktı, büyük bir kaza atlattı.
sağını solunu bilmemek: Durumu veya çevreyi anlamamak, bilgisiz olmak.
O işte sağını solunu bilmemek, yönlendirmeye ihtiyacı var.
sağlam ayakkabı değil: Dayanıklı veya güvenilir olmayan şeyler için kullanılır.
O plan sağlam ayakkabı değil, hemen bozulur.
sağlam kazığa bağlamak: Güvenli ve sağlam bir temele veya kişiye bağlı olmak.
İşlerimizi sağlam kazığa bağladık, her şey yolunda.
sahneye çıkmak: Gösteri yapmak, dikkat çekmek veya önemli bir durumda olmak.
O önemli toplantıda sahneye çıktı ve tüm dikkatleri üzerine çekti.
sakala soğan doğramak: Gereksiz veya saçma bir iş yapmak.
O kadar detaylı anlattı ki, sanki sakala soğan doğrayacak.
sakaldan kesip bıyığa eklemek: Bir şeyi değiştirmek ya da eklemek.
Eski proje üzerinde çalışarak sakaldan kesip bıyığa ekledi, yeni bir bakış açısı getirdi.
sakalı ele vermek: Kişinin gizli yönlerini veya gerçek niyetini açığa çıkarmak.
O davranışıyla sakalı ele verdi, gerçek niyetini gösterdi.
sakalım yok ki sözüm dinlensin: Yetkisiz veya sözünün dinlenmeyen biri olmak.
O konuyu anlatırken sakalım yok ki sözüm dinlensin, hiç dikkate alınmadı.
sakalının altına girmek: Kişisel veya özel bir alanı ihlal etmek.
O soruyla sakalının altına girdi, çok kişisel bir konuya değindi.
sakız gibi yapışmak: Bir yere veya kişiye sürekli olarak yapışmak, ayrılmamak.
O çocuk sakız gibi yapıştı, hiç ayrılmak istemiyor.
saldım çayıra Mevla’m kayıra: Kişisel sorumlulukları bırakıp, kaderi ya da şansı beklemek.
Tüm planlarımı yaptım, artık saldım çayıra Mevla’m kayıra.
saman altından su götürmek: Gizlice veya saklı bir şekilde iş çevirmek.
O toplantıda saman altından su götürdü, birçok gizli plan yaptı.
samanlıkta iğne aramak: Zor ve umutsuz bir işi yapmak.
O dosyaları incelemek samanlıkta iğne aramak gibi, çok zor bir iş.
sandalye kavgası: Küçük ve önemsiz bir sebepten kavga etmek.
O toplantıdaki sandalye kavgası gereksizdi, herkesin çözüm bulması gerekiyordu.
sandık düzmek: Bir şeyi düzenlemek veya hazırlamak.
O yeni ofisi için sandık düzmekle meşguldü, her şeyi yerli yerine koydu.
sandıktan çıkmak: Bir durumdan ya da gizli bir yerden ortaya çıkmak.
O eski planlardan sandıktan çıktı, yeniden gündeme geldi.
sapı silik: Belirsiz veya tanımlanması zor olan bir şey.
O kişinin önerileri sapı silik, neyi ifade etmek istediği belirsiz.
sarı çizmeli Mehmet ağa: Genel olarak tanınmış bir kişi veya halk arasında bilinen bir figür.
O kişi gerçekten sarı çizmeli Mehmet ağa gibi, herkes tarafından biliniyor.
sarı Yahudi: İlgili olduğu kültür ya da gruptan farklı, genellikle alaycı bir tabir.
O davranışlar gerçekten sarı Yahudi gibi, çok garip.
sarımsak yemedim ki ağzım koksun: Kendi sorununu başkalarına atmak.
O sorunları başkalarına yüklüyor, sarımsak yemedim ki ağzım koksun gibi davranıyor.
sarıp sarmalamak: İyi bir şekilde hazırlamak veya korumak.
O projeyi sarıp sarmalayarak sundu, her şey mükemmel hazırlandı.
sazan gibi: Kolayca kandırılabilen veya basitçe aldatılan kişi.
O, sazan gibi her şeye inanıyor, kandırması çok kolay.
sazına bülbül koymak: Bir şeyi çok iyi yapmak veya geliştirmek.
O konser gerçekten sazına bülbül koymak gibiydi, mükemmel bir performanstı.
sebepli sebepsiz: Bir olayın nedeni veya sebebi olup olmadığını ayırt etmemek.
O tartışma sebepli sebepsiz, kimse neyin neden çıktığını bilmiyor.
sefa bulduk: Rahat ve keyifli bir durumda olmak.
O tatilde sefa bulduk, her şey çok huzurlu geçti.
sefalar getirdiniz: Misafirlere hoş geldiniz demek veya iyi dileklerde bulunmak.
Sefalar getirdiniz, çok memnun olduk.
sefere çıkmak: Seyahate çıkmak veya yeni bir maceraya atılmak.
O, yeni bir sefere çıkacak, uzun bir yolculuğa hazırlıyor kendini.
sel ağzından kütük kapmak: Zor bir durumdan avantaj sağlamak.
O zor durumdan sel ağzından kütük kaparak çıktı, fırsatları değerlendirdi.
sel götürmek: Her şeyi silip süpürmek, büyük bir değişim yapmak.
O kriz tüm planları sel götürdü, her şey yeniden düzenlenmek zorunda kaldı.
sel önünden kütük kapmak: Tehlikeli bir durumda fayda sağlamak.
O belirsizliği sel önünden kütük kaparak değerlendirdi, durumu kendi lehine çevirdi.
selam verdik, borçlu çıktık: İyi niyetle yapılan bir hareketin karşılığını alamamak.
Selam verdik, borçlu çıktık, hiç beklemediğimiz bir tepki aldık.
sen giderken ben geliyordum: Zamanlamanın ya da durumun tam tersi olduğunu belirtmek.
O toplantıda sen giderken ben geliyordum, her şey tam anlamıyla ters.
sen sağ ben selamet: Kişisel bir tehlikeden uzaklaşmak ve başkasının sağlığını dilemek.
O kaza sonrası sen sağ ben selamet, her şeyin yolunda olması dileğiyle.
senden gelecek çıraya puf: Geriye dönüp bakıldığında, hiçbir katkıda bulunmayacak şeyler yapmak.
Onun önerilerine bakınca senden gelecek çıraya puf, hiçbir işe yaramıyor.
senet sepet: Sözleşme ve belgelerle ilgili işlerin yapılması.
O işi halletmek için senet sepet yapmamız gerekecek.
seninki can da benimki patlıcan mı?: Herkesin kendi işine odaklanması gerektiğini ifade eden bir tabir.
Seninki can da benimki patlıcan mı? Herkes kendi işine baksın.
sere serpe: Rahat ve özgür bir şekilde davranmak.
İşleri bitirince sere serpe dinlendim, çok rahatlatıcıydı.
servi boylu: Uzun boylu ve düzgün yapılı birini tanımlamak.
O çocuk servis boylu, gerçekten etkileyici bir fiziği var.
sesini kesmek: Bir kişinin konuşmasını veya ses çıkarmasını durdurmak.
O kadar yüksek sesle konuşuyordu ki, sesini kesmek zorunda kaldık.
sevda çekmek: Birine veya bir şeye derin bir bağlılık ve aşkla bağlı olmak.
O sanatçıyı çok seviyorum, gerçekten sevda çekiyorum.
sevincinden ağzı kulaklarına varmak: Büyük bir mutluluk yaşamak.
Mezuniyetini kutlarken sevincinden ağzı kulaklarına vardı, çok mutlu görünüyordu.
sevinçten uçmak: Aşırı mutluluk yaşamak.
Yeni evini aldığında sevinçten uçtu, adeta havalara uçtu.
sıcağı sıcağına: Bir olayın hemen ardından, taze olarak.
O olayı sıcağı sıcağına anlattı, her şey hala yeni ve taze.
sıfırı tüketmek: Tüm kaynakları veya imkanları bitirmek.
O projede sıfırı tüketti, artık hiç bütçesi kalmadı.
sıkı basmak: Bir konuya veya duruma dikkatlice ve özenle yaklaşmak.
O projede sıkı basmak zorundayız, her şeyin mükemmel olması gerekiyor.
sıkı tutmak: Bir şeyi dikkatlice veya iyi şekilde yönetmek.
O toplantıyı sıkı tuttu, her şeyin yolunda gitmesini sağladı.
Sındırgı’yı sıyartmak, garaja kandil asmak: Bir işi yaparken çok fazla detaya inmek ya da gereksiz işlerle uğraşmak.
O raporu hazırlarken Sındırgı’yı sıyartmak, garaja kandil asmak gibi her detayı incelemek zorunda kaldı.
sınıfta çakmak: Derste başarısız olmak veya düşük not almak.
O sınavda sınıfta çaktı, çalışmadığı için düşük not aldı.
sınır dışı etmek: Bir kişiyi ülkesinden veya belirli bir yerden zorla çıkarmak.
O kural ihlali yüzünden sınır dışı edildi, ülkeden gönderildi.
sıra dayağı: Bir grup insan arasında uygulanan ceza veya disiplin.
Okulda sıra dayağı uygulandı, disiplini sağlamak için böyle bir yöntem seçildi.
sırt çevirmek: Birine veya bir duruma ilgi göstermemek, destek vermemek.
O sorunun çözümüne sırt çevirdi, hiç ilgilenmedi.
sırt sırta vermek: Bir konuda dayanışma içinde olmak veya birbirini desteklemek.
O zor durumda sırt sırta verdik, birlikte başardık.
sırt üstü yatmak: Rahatlamak veya tembellik yapmak.
O tatilde sırt üstü yatıp dinlenmek istedi, hiçbir şey yapmadan geçirdi.
sırtı kaşınmak: Kendisini rahat ve iyi hissetmek.
İşler yolunda gidince sırtı kaşınmak gibi hissetti, her şey yolunda.
sırtı yere gelmemek: Zorluklarla karşılaşmamak, başarılı ve güçlü olmak.
O işte sırtı yere gelmemek için çok çalıştı, başarılı oldu.
sırtından atmak: Sorumluluk veya yükü birinden alıp atmak.
O sorumluluğu sırtından atıp diğerine yükledi, işini kolaylaştırdı.
sırtından kazanmak: Bir kişiyi kullanarak veya onun üzerinden kazanç sağlamak.
O başarıyı sırtından kazanmakla suçlandı, başkalarını kullanarak ilerledi.
sırtını dayamak: Güvenli bir destek bulmak.
O işte başarılı olmak için iyi bir destek buldu ve sırtını dayadı.
sırtını yere getirmek: Bir kişiyi başarısız veya zayıf duruma düşürmek.
O rekabetle sırtını yere getirdi, rakibini geride bıraktı.
sıtma görmemiş ses: Yeni veya farklı bir şeyle karşılaşmak.
O konuyu ele alış biçimi sıtma görmemiş ses gibi, tamamen yeniydi.
sidik yarışı: Kişisel başarıları veya yetenekleri karşılaştırmak.
O toplantıda sidik yarışı yapıldı, herkes kendi başarılarını övdü.
sidik yarışına girmek: Kendini başkalarıyla kıyaslamak ya da yarışa sokmak.
O yarışta sidik yarışına girdi, sürekli olarak diğerleriyle kıyaslandı.
sike sürülecek aklı olmamak: Akılsız veya mantıksız davranışlarda bulunmak.
O düşüncesizce hareket ediyor, sike sürülecek aklı olmamak gibi.
silah patlamak: Gerçekten ciddi bir durumun başlaması.
O tartışmada silah patladı, tüm ortam gerildi.
silaha sarılmak: Ciddi bir duruma geçmek ya da sert bir tutum sergilemek.
O sorunu çözmek için silaha sarıldı, sert bir yaklaşım benimsedi.
silip süpürmek: Her şeyi hızlıca ve eksiksiz şekilde almak veya temizlemek.
O takım maçı silip süpürdü, rakibini adeta yok etti.
sinek kaydı tıraş: Çok kısa ve özenli bir tıraş.
Özel toplantıya giderken sinek kaydı tıraş oldum, her şeyin mükemmel olmasını istedim.
sipariş vermek: İhtiyaç duyulan bir şeyi talep etmek.
Yeni malzemeler için sipariş verdik, yakında gelecekler.
siz sağ olun: Teşekkür etmek için kullanılan bir ifade.
Yardımlarınız için siz sağ olun, çok teşekkür ederim.
soğan yemedim ki ağzım koksun: Bir sorunun veya eleştirinin geçersiz olduğunu belirtmek.
O kadar eleştiriyorlar, soğan yemedim ki ağzım koksun, tamamen geçersiz.
soğuk almak: Bir durumu ya da kişiyi anlamamak veya ilgisiz olmak.
O haberleri alıp soğuk aldı, hiçbir ilgisi yokmuş gibi davrandı.
soğuk savaş: İki taraf arasında doğrudan çatışma yerine, dolaylı yoldan, ideolojik veya ekonomik yöntemlerle sürdürülen çekişme veya mücadele.
Soğuk savaş dönemi, nükleer silahlanma yarışı ve ideolojik çatışmalarla geçti.
sokağa atmak: Bir kişiyi veya şeyi dışarıda, kullanışsız veya gereksiz durumda bırakmak.
Eski eşyaları sokağa attım, artık ihtiyaç duymuyorum.
solda sıfır: Tamamen başarısız veya etkisiz durumda olmak.
O projede solda sıfır kaldı, hiçbir şey başaramadı.
soluk aldırmamak: Bir kişiyi sürekli olarak rahatsız etmek, rahat bırakmamak.
O meseleyle ilgili sürekli tartıştığı için soluk aldırmıyor.
soluk soluğa: Yorgun ve nefessiz kalmak, genellikle yoğun bir aktiviteden sonra.
Koşudan sonra soluk soluğa kaldım, nefes almakta zorlanıyorum.
sopa atmak: Birine fiziksel veya metaforik olarak sert bir şekilde davranmak, eleştirmek.
O, toplantıda sürekli sopa attı, herkesi eleştirdi.
sopa yemek: Sert bir şekilde cezalandırılmak veya eleştirilmek.
O kadar çok hata yaptı ki, sonunda sopa yedi, eleştirilerden bıktı.
soyup soğana çevirmek: Bir şeyi ya da bir kişiyi tamamen kullanmak, hiçbir şey bırakmamak.
O projeyi yaparken tüm kaynakları soyup soğana çevirdi.
sörf yapmak: Dalga üzerinde veya benzer bir ortamda sörf yapmak; genellikle spor olarak kabul edilir.
Tatilde sörf yapmayı çok seviyorum, denizin keyfini çıkarıyorum.
söyleye söyleye dilimde tüy bitti: Bir şeyi defalarca tekrarlamak, anlatmaktan yorulmak.
O konuyu söyleye söyleye dilimde tüy bitti, hala anlamıyorlar.
söz almak: Bir konuyla ilgili onay veya karar almak.
Yeni planlar yapmadan önce yönetimden söz aldık.
söz düşmemek: Verilen sözün yerine getirilmemesi veya sözün geçerliliğini yitirmesi.
Söz düştü, yapmadıkları için artık onlara güvenim kalmadı.
söz sahibi olmak: Bir konuda yetki veya etkisi olmak.
O toplantıda söz sahibi oldum, önemli kararlar aldım.
sözü yere düşmek: Verilen sözün yerine getirilmemesi veya önemsenmemesi.
Sözleri yere düştü, kimse onu dikkate almadı.
sözünü balla kesmek: Birinin konuşmasını veya açıklamasını nazik bir şekilde, ancak etkili bir şekilde kesmek.
Toplantıda tartışmayı uzatmamak için sözünü balla kestik.
su dökmek: Bir şeyi veya bir durumu yumuşatmak, hafifletmek.
O tartışmada su dökme rolü üstlendi, ortamı yumuşattı.
su gibi akmak: Her şeyin düzgün ve sorunsuz ilerlemesi.
Proje su gibi aktı, hiçbir sorun yaşamadık.
su gibi ezberlemek: Bir şeyi çok kolay ve hızlı bir şekilde ezberlemek.
O dersleri su gibi ezberledi, hiçbir zorluk yaşamadı.
su içinde: Suya yakın veya suda olan bir durumda olmak.
O ortam su içinde kaldı, su seviyeleri yükseldi.
su koyvermek: Bir şeyin kontrolünü kaybetmek veya gevşetmek.
O işi yaparken su koyverdi, dikkatini kaybetti.
su yüzü görmemiş: Temizlikten uzak, kirli veya bakımsız.
O eski ev su yüzü görmemiş gibi, oldukça kötü durumdaydı.
su yüzüne çıkmak: Bir şeyin veya bir kişinin gerçek yüzünün ortaya çıkması.
Gerçek niyetleri su yüzüne çıktı, her şey açığa çıktı.
sucuğunu çıkarmak: Bir şeyin kalitesini veya miktarını tam olarak göstermek.
O projede sucuğunu çıkardı, her şey eksiksizdi.
sudan çıkmış balığa dönmek: Kendisini kötü ve çaresiz hissetmek, rahatlık ve güvenlikten uzaklaşmak.
Yeni işe başladığında sudan çıkmış balığa döndü, her şey yabancı geldi.
sunturlu küfür: Yüzeysel veya etkisiz küfür, gerçek etkisi olmayan sözler.
O tartışmada sunturlu küfürler edildi, hiçbiri etkili olmadı.
surata bak saati ayar et: Bir kişinin yüz ifadesine bakarak ruh halini veya zamanı tahmin etmek.
Onun sıkıntılı suratına bakıp saati ayar ettim, çok üzgün görünüyordu.
suratı bir karış asılmak: Üzgün veya kızgın bir şekilde durmak.
O kötü haber sonrası suratı bir karış asıldı, morali bozuldu.
suratı mahkeme duvarı: Yüz ifadesi donuk veya ilgisiz, duygusuz görünmek.
O olaydan sonra suratı mahkeme duvarı gibi oldu, hiç tepki vermedi.
suya batmak: Tamamen kaybolmak veya yok olmak.
O eski proje suya battı, artık bulunamıyor.
suya düşmek: Bir şeyin veya kişinin beklenmedik bir şekilde zor duruma düşmesi.
O önemli işte suya düştü, her şey beklenmedik şekilde kötüye gitti.
suya sabuna dokunmamak: Hiçbir konuda yer almak, tarafsız kalmak.
O tartışmada suya sabuna dokunmamak istiyor, tamamen uzak duruyor.
suyu başından kesmek: Bir şeyin devamını durdurmak veya engellemek.
O projede suyu başından kestik, daha fazla ilerlemesine izin vermedik.
suyu çıkmak: Bir şeyin tüm değerini veya etkisini kaybetmek.
O eski haberler artık suyunu çıkardı, kimse ilgilenmiyor.
suyu ısınmak: Bir şeyin zor ve karmaşık hale gelmesi, genellikle olayların gerilmesi.
O tartışmada suyu ısındı, gerilim arttı.
suyu kaynamak: Bir şeyin aşırı derecede sinir bozucu veya rahatsız edici hale gelmesi.
O kadar çok problem yaşadık ki, suyu kaynadı, tahammül edemiyoruz.
suyunun suyu: Bir şeyin fazlasıyla sade, etkisiz veya önemsiz olması.
O proje tam anlamıyla suyunun suyu, hiçbir yenilik veya katkı sağlamıyor.
sürtüp durmak: Aynı hareketi sürekli olarak yapmak, bazen etkili bir sonuç elde edememek.
Her gün aynı işte sürtüp duruyor, hiç ilerleme kaydedemedi.
süsleyip püslemek: Bir şeyi fazla detaylandırarak veya gereksiz şekilde güzelleştirerek sunmak.
Raporu süsleyip püsleyip sunmuş, gerçek durumu yansıtmıyor.
süt dökmüş kedi gibi olmak: Suçsuz veya masum gibi davranmak, halbuki suçlu olmak.
O davranışını gören süt dökmüş kedi gibi davranıyor, ama aslında o işin içinde.
süt kuzusu: Çocuk, masum veya naif biri.
Küçük kardeşim bir süt kuzusu, çok saf ve sevimli.
süt liman olmak: Güvenli bir yer veya durum.
O yeni iş yerim süt liman, her şey yolunda gidiyor.
sütten ağzı yanmak: Geçmişte yaşadığı bir olumsuz deneyimden dolayı tedbirli olmak.
Önceki işten sütten ağzı yandığı için şimdi daha dikkatli.
sütü bozuk: Güvenilir veya geçerli olmayan, hatalı bir şey.
O eski bilgiler sütü bozuk, artık geçerliliği yok.
sütüne havale etmek: Birine yapılan bir işin veya eylemin sonucunu onun üzerine bırakmak.
O problemin çözümünü sütüne havale ettik, kendi halletsin.
Şafii köpeği gibi titremek: Aşırı derecede titremek, korkudan veya üşümekten.
Soğukta Şafii köpeği gibi titriyor, üşüdüğünden belli.
Şafii köpeğine dönmek: Çaresiz ve titrek bir duruma düşmek.
O stresli durumda Şafii köpeğine döndü, tamamen panikledi.
şaha kalkmak: Kendini çok güçlü veya başarılı hissetmek.
Proje başarıyla sonuçlandıktan sonra şaha kalktı, kendinden emin oldu.
şakakları ağarmak: Yaşlılık belirtileri olarak şakaklarda beyazlama, genellikle yaşın ilerlediğini göstermek.
Artık şakakları ağarmış, yaşını gösteriyor.
şakakları beyazlamak: Yaşlılık belirtileri olarak saçların beyazlaması.
Yaşlandıkça şakakları beyazlamış, yaşını gizlemiyor.
şalvar gibi: Geniş ve rahat bir giysi veya durum.
O kıyafet şalvar gibi, oldukça rahat ve geniş.
şamar oğlanı: Herkesin hedef aldığı, suçlanan kişi.
O proje başarısız olunca şamar oğlanı oldu, tüm suç ona yıkıldı.
şangır şungur: Gürültülü ve düzensiz sesler yapmak.
O tartışmada şangır şungur sesler çıkardılar, ortam çok gergindi.
şansı dönmek: Bir kişinin şansının olumlu yönde değişmesi.
Sonunda şansı döndü ve büyük bir ödül kazandı.
şapa oturmak: Bir işin veya durumun tam ortasında kalmak, genellikle kötü bir durumda olmak.
O hatayı yaptığında şapa oturdu, tüm süreci zorlaştırdı.
şapır şupur: Gürültülü ve düzensiz bir şekilde hareket etmek veya ses yapmak.
O çocuk oyun oynarken şapır şupur sesler çıkarıyor.
şaşkın bakkal: Bir şeyi anlamakta zorlanan veya şaşıran kişi.
O durum karşısında şaşkın bakkal gibi kaldı, ne yapacağını bilemedi.
şeşi beş görmek: Bir şeyi çok abartmak, her ayrıntıyı çok büyük göstermek.
O hikayeyi anlatırken şeşeyi beş gördü, her şeyi çok fazla abarttı.
şevke gelmek: Motive olmak, bir şeyi yapma isteği duymak.
O başarılı sonuçlar şevke geldi, daha fazla çalışmak istiyor.
şeytan çekici: Hem çekici hem de tehlikeli olan bir şey.
O teklif şeytan çekici, cazip ama riskli.
şeytan diyor ki: İçsel bir dürtüyü veya tehlikeyi temsil eden düşünce.
O kadar cazip ki, şeytan diyor ki bunu yap, ama dikkatli olmalısın.
şeytan kulağına kurşun: Kötü bir şeyin başına gelmesini istemek.
O durumun kötü olacağını düşününce şeytan kulağına kurşun dedim.
şeytana külahını ters giydirmek: Şeytana üstün gelmek, onu şaşırtmak.
O hileli planla rakibine şeytana külahını ters giydirdi.
şeytana pabucunu ters giydirmek: Şeytana üstün gelmek, onu şaşırtmak veya alt etmek.
O müthiş zekasıyla rakibine şeytana pabucunu ters giydirdi.
şeytana uymak: Kötü veya tehlikeli bir davranışa yönelmek.
O cazip teklif şeytana uyma riskini taşıyor, dikkatli olmalı.
şeytanın ayağını kırmak: Kötü bir şeyin etkisini azaltmak veya engellemek.
O stratejiyle şeytanın ayağını kırdık, planlarımızı bozdular.
şıkır şıkır oynamak: Çok neşeli ve enerjik bir şekilde dans etmek veya hareket etmek.
Parti boyunca şıkır şıkır oynadı, herkesin dikkatini çekti.
şifayı kapmak: Hastalanmak veya sağlık sorunları yaşamak.
O soğuk havada dışarı çıkınca şifayı kaptı, hasta oldu.
şimşek gibi: Hızlı, etkili veya aniden gerçekleşen bir şey.
O kadar hızlı koştu ki şimşek gibi geldi.
şimşekleri üzerine çekmek: Kendi üzerindeki dikkatleri veya eleştirileri artırmak.
O davranışlarıyla şimşekleri üzerine çekti, sürekli eleştiriliyor.
şom ağızlı: Kötü ve karamsar bir şekilde konuşan kişi.
O kişi sürekli şom ağızlı, her şeyi olumsuz görüyor.
şöhreti afakı tutmak: Bir kişinin ünü veya tanınmışlığı çok geniş bir alana yayılmış olmak.
O sanatçının şöhreti afakı tuttu, dünyanın dört bir yanından tanınıyor.
şöyle bir bakmak: Kısaca veya yüzeysel bir şekilde bakmak.
Konuya şöyle bir bakmak yeterli olacaktır, detaylara girmeye gerek yok.
şöyle bir göz atmak: Bir şeyi hızlıca veya yüzeysel olarak incelemek.
O dosyaya şöyle bir göz atmalıyız, detaylı inceleme yapmadan önce.