O hacı, bu hacı, kim olacak boyacı?: Bir kişinin veya durumun, tanıdık ve bilindik biri olmasının yanı sıra, aslında önemli veya yetkin olmadığı anlamında kullanılır.
O kişi sürekli konuşuyor ama sonunda o hacı, bu hacı, kim olacak boyacı?
o tarakta bezi olmamak: Belirli bir konuda deneyim veya bilgi sahibi olmamak, o işte yeterli yetkinliğe sahip olmamak.
O konuda gerçekten o tarakta bezi olmuyor, hiç deneyimi yok.
ocağı batmak: Aile veya iş yerinin maddi olarak zor durumda olması, iflas etmesi.
İşlerinin bozulmasıyla ocağı batmış durumda.
ocağı sönmek: Bir iş yerinin kapanması, ailenin geçim kaynağının yok olması.
O işyerinin kapanmasıyla ocağı söndü.
ocağı tütmek: Bir kişinin, ailenin veya iş yerinin düzgün ve aktif şekilde çalışması, geçimini sağlaması.
İşler yolunda gidiyor, ocağı tütüyor.
ocağına incir ağacı dikmek: Bir kişiye zarar vermek, kötü bir duruma sokmak.
O işten sonra ocağına incir ağacı dikmiş oldum, zarar gördüm.
ocağını söndürmek: Bir kişinin hayatını veya geçimini olumsuz etkilemek, yok etmek.
O karar, ocağını söndürdü, ailesini zor duruma soktu.
odun gibi: Hareketsiz, ilgisiz veya beceriksiz biri.
Toplantıda odun gibi oturdu, hiçbir katkıda bulunmadı.
oğul balı: Kaliteli ve değerli, özellikle tatlı şeyler için kullanılır.
Tatlılar gerçekten oğul balı gibi, çok lezzetli.
oh demek: Rahatlama, ferahlama duygusu yaşamak.
Sınav sonuçlarını öğrenince oh dedi, büyük bir rahatlama yaşadı.
ok gibi ciğerine işledi: Çok derin bir şekilde etkilemek, acı vermek.
O sözler ok gibi ciğerine işledi, çok üzüldü.
ok gibi fırlamak: Hızla ve güçlü bir şekilde hareket etmek.
Maç başladığında, ok gibi fırladı sahaya.
ok yaydan çıktı: Bir şeyin artık kontrol dışı hale gelmesi, geri dönüşü olmayan bir duruma gelmesi.
O tartışma ok yaydan çıktı, işleri daha da kötüleştirdi.
okey atmak: Onaylamak, bir şeyi tamamlamak.
Planları onayladık, okey attık.
okkanın altına gitmek: Çok büyük bir mali veya fiziksel bedel ödemek.
O yatırım, okkanın altına gitmek gibi oldu, çok masraflıydı.
oklava yutmuş gibi: Çabuk ve etkili bir şekilde, genellikle ağır bir şekilde.
O kadar sinirliydi ki, oklava yutmuş gibi davranıyordu.
okumu attım, yayımı astım: Bir işten veya sorundan tamamen vazgeçmek, artık ilgilenmemek.
O projede başarısız olduktan sonra okumu attım, yayımı astım.
olan oldu: Geçmişte yaşanan olaylara üzülmek yerine, durumu kabul etmek ve devam etmek.
Yanlış karar verdik ama olan oldu, şimdi ileriye bakmalıyız.
olmayacak duaya amin demek: Gerçekleşmesi imkânsız olan şeyler için umut taşımak.
O kadar zor bir iş ki, olmayacak duaya amin demek gibi.
olmuş armut gibi eline geçmek: Çok beklenmedik ve nadir bir şansa sahip olmak.
O ödülü kazanmak, olmuş armut gibi eline geçti.
omuzda taşımak: Bir yükü veya sorumluluğu taşımak, taşımak zorunda olmak.
Projeyi başarıyla tamamladı ve tüm yükü omuzunda taşıdı.
omzunda taşımak: Aynı şekilde bir sorumluluğu veya yükü taşımak.
O görevi omuzunda taşıdı, tüm sorumluluk onun üzerindeydi.
on ikiden vurmak: Doğru tahminde bulunmak, isabetli bir hareket yapmak.
Hedefi tam on ikiden vurdu, başarıya ulaştı.
on parmağında on kara: Her konuda yetenekli ve bilgi sahibi olmak.
O kişi on parmağında on kara, her konuda bilgi sahibi.
on parmağında on marifet: Çok yönlü yetenek ve becerilere sahip olmak.
O sanatçı gerçekten on parmağında on marifet, birçok alanda yetenekli.
ona buna dil uzatmak: Başkalarını eleştirmek veya kötülemek.
Sürekli başkalarını eleştirip ona buna dil uzatıyor.
ona göre hava hoş: Kişinin kendine göre durumu iyi görmek, başkalarının sorunlarına duyarsız olmak.
Kendi durumundan memnun, ona göre hava hoş.
onun ipiyle kuyuya inilmez: Güvenilmez biriyle iş yapılmaz, risklidir.
Onun sözlerine pek güvenemem, onun ipiyle kuyuya inilmez.
oralı olmamak: Bir konuya veya kişiye ilgi göstermemek, ilgisiz kalmak.
O olaydan sonra tamamen oralı olmadı.
orta direk: Orta düzeyde, ne iyi ne de kötü, sıradan.
Performansı orta direk, ne çok iyi ne de kötü.
ortadan kaldırmak: Bir şeyi veya kişiyi yok etmek, ortadan kaldırmak.
O sorunu kökünden çözmek için ortadan kaldırmak gerekliydi.
ortasını bulmak: Bir sorunun veya durumu çözmek için en uygun yolu bulmak.
Anlaşmazlığı çözmek için ortasını bulduk.
ortaya dökmek: Bir şeyi açıkça göstermek veya paylaşmak, genellikle gizli olan bir şeyi ifşa etmek.
O skandalı ortaya döktü ve herkes öğrendi.
ot yoldurmak: Bir yere gitmek veya bir işte çalışmak, genellikle zahmetli bir iş yapmak.
O kadar yorgun ve işten bıkmış durumda ki, neredeyse ot yoldurmak zorunda kaldı.
oturup kalkmak: Bir yerde zaman geçirmek, özellikle uzun süre oturmak ve kalkmak.
O toplantılarda oturup kalkmaktan yoruldu.
oyun etmek: Eğlenceli veya zaman geçiren etkinlikler yapmak.
Çocuklar parkta oyun ediyorlar.
oyun yapmak: Belirli kurallara göre yapılan eğlenceli veya öğretici etkinlikler.
Öğretmen, öğrencilerle eğitici oyunlar yaptı.
oyuncağı olmak: Birinin kolayca manipüle edilebileceği bir durum içinde olmak.
İş yerinde başkalarının oyuncağı oldu, sürekli baskı altında.
oyunun sakalı bitmek: Bir işin veya durumun gereğinden fazla uzaması, bitmesi gereken noktayı geçmesi.
O mesele oyunun sakalı bitti, artık yeter.
öbür dünyayı boylamak: Ölmek, yaşamın sona ermesi.
Hasta çok ağır durumda, öbür dünyayı boylayacak gibi görünüyor.
ödü kopmak: Çok korkmak, ciddi şekilde endişelenmek.
O sürprizden ödü koptu, çok korktu.
ödünü koparmak: Bir kişiyi çok korkutmak veya endişelendirmek.
O haber, ödünü kopardı, ciddi şekilde endişelendi.
ödünü patlatmak: Bir kişiyi çok sinirlendirmek veya üzmek.
O sözler, ödünü patlattı, çok sinirlendi.
öfke topuğa çıkmak: Aşırı öfkelenmek, öfkenin zirveye ulaşması.
O tartışmada öfke topuğa çıktı, kontrol edilemez hale geldi.
ökseye basmak: Kötü bir durumda kalmak, zorluk yaşamak.
İşlerin kötü gitmesiyle ökseye bastı, zor bir durumdaydı.
öksürüp tıksırmak: Kötü bir durumda kalmak, genellikle sağlık açısından sorun yaşamak.
Hastalık öksürüp tıksırmak gibi geçti, iyileşmesi zor oldu.
öksüz babası: Sahipsiz ve zor durumda olan bir kişi.
İşten sonra öksüz babası gibi kaldı, kimse ona yardım etmedi.
öküz altında buzağı aramak: Gereksiz yere küçük detaylarda hata aramak, ya da bir işte gereksiz yere sorun aramak.
O sorunlarda her zaman öküz altında buzağı arıyor, detayları büyütüyor.
öküz boyunduruğa bakar gibi bakmak: Sıkıntılı veya zor bir duruma sessiz ve umursamaz bir şekilde bakmak.
Sorunla ilgilenirken öküz boyunduruğa bakar gibi bakıyordu, umursamaz görünüyordu.
öküz gibi: Aşırı güçlü veya kaba davranan biri.
O kadar sert konuştu ki, öküz gibi görünüyordu.
öküz gibi bakmak: Dalgın veya aptal bir şekilde bakmak.
O olay karşısında öküz gibi bakıyordu, ne olduğunu anlamış görünmüyordu.
öküz öldü ortaklık bozuldu: Bir sorunun çözülmemesi nedeniyle ortaklık veya iş ilişkilerinin bozulması.
O anlaşmazlık yüzünden öküz öldü, ortaklık bozuldu.
öküze boynuzu yük olmaz: Güçlü biri zor bir işin altından kalkabilir, ama bu kişi güçsüzse, bu işin altından kalkamaz.
O işi başaran kişi, öküzün boynuzuna yük olmaz, güçsüzler için ise zor.
öküze boyunduruğunu kuyruğundan vurmak: Zorlu bir durumda olan birine ek yükler getirmek.
Zaten zor durumda olan adama bir de bu iş eklenince, öküzün boyunduruğunu kuyruğundan vurmuş olduk.
öküzün trene baktığı gibi bakmak: Anlamadığınız veya ilgi çekici bulmadığınız bir şeye şaşkın ve ilgisiz bakmak.
O yeni teknolojiyi öküzün trene baktığı gibi baktı, hiçbir fikri yoktu.
ölme eşeğim ölme: Bir şeyin bitmemesi için yapılan umut veya dilek, genellikle olumsuz bir durumu sürdürme isteği.
O sıkıntılar bitmek bilmedi, öyle ki “ölme eşeğim ölme” durumu oldu.
ölüm döşeğinde: Ölmek üzere olmak, çok hasta olmak.
Hasta gerçekten ölüm döşeğinde, çok kötü durumda.
ölüm kalım meselesi: Hayati önemi olan bir durum, çok ciddi bir mesele.
O karar, şirket için ölüm kalım meselesi, her şey buna bağlı.
ölümle burun buruna gelmek: Hayati tehlike yaşamak, ölümle karşı karşıya olmak.
Kaza geçirdiğinde ölümle burun buruna geldi, ciddi bir tehlike atlattı.
ölümü gör: Ölümün eşiğine gelmek, büyük bir tehlike yaşamak.
O kaza sonrası ölümü gördü, gerçekten çok şanslıydı.
ölümüne koşmak: Kendi kendini tehlikeye atmak, ölüm riski almak.
O cesur hareket, ölümüne koşmak gibiydi.
ölüp ölüp dirilmek: Çok kez zor durumlardan kurtulmak, sık sık tehlikelerle karşılaşmak ama her defasında hayatta kalmak.
O iş yerinde yaşadığı sıkıntılar, ölüp ölüp dirilmek gibiydi.
ölür müsün, öldürür müsün?: Bir şeyi yapmaya istekli olup olmadığını veya bu işin risklerinin ne kadar büyük olduğunu sorgulamak.
O riskli işte ölüme yaklaşırken, “ölür müsün, öldürür müsün?” dedi.
ölüsü ortada kalmak: Bir şeyin veya kişinin kötü durumda veya yetersiz olması.
Proje başarısız oldu ve ölüsü ortada kaldı, umulandan çok kötü durumda.
ömür adamsın: Bir kişinin hayatı boyunca önemli ve etkili olduğunu ifade eden bir övgü.
Yıllardır bu kadar iyi bir dost oldun, gerçekten ömür adamsın.
ömür törpüsü: Yaşlanma veya yaşlanmışlık belirtisi, yaşamı zorlaştıran şeyler.
O sorunlar ömür törpüsü gibi, her geçen gün yaşını hissettiriyor.
önde gelmek: Bir konuda veya durumda öncü olmak, liderlik yapmak.
O proje liderliğiyle önde geldi, herkes onun rehberliğini takip ediyor.
öne düşmek: Dikkat çekmek, öne çıkmak.
O cesur hareket, ona öne düşme fırsatı verdi.
önü alınmak: Bir sorunun veya tehlikenin önlenmesi, tedbir alınması.
Kriz büyümeden önce önünü aldılar, durumu kontrol altına aldılar.
önünü almak: Bir işin veya sorunun kontrolünü sağlamak, tedbir almak.
O sorunun büyümemesi için önünü aldı, gerekli önlemleri aldı.
öp babanın elini: Birine minnettarlığını ifade etmek, teşekkür etmek.
Yardım için ona minnettarlığını gösterdi, öp babanın elini dedi.
öp de başına koy: Teşekkür etmek veya bir iyiliği kabul etmek.
O hediyeyi kabul ederken, öp de başına koy dedi.
öperken ısırmak: Birine iyilik yaparken, aslında zarar vermek veya kötü niyet taşımak.
Yardım ettiği kişiye öperken ısırmak gibi davranışları vardı, samimi değildi.
öpücük göndermek: Birine sevgi veya selam göndermek.
Uzakta olan arkadaşına öpücük gönderdi, selam yolladı.
ördek avlamak: Bir şeyin peşinden koşmak veya bir hedefe ulaşmaya çalışmak.
O işte başarılı olmak için ördek avlıyor, sürekli çaba gösteriyor.
örümcek bağlamak: Bir işin veya durumun kötüleşmesi, karmaşıklaşması.
O projede çok geç kalınca, işler örümcek bağladı.
ötesi yok: Bir şeyin sınırlı olduğu, başka seçeneğin bulunmadığı.
O konunun çözümü ötesi yok, sadece bu yol kaldı.
öve öve göklere çıkarmak: Bir şeyi veya kişiyi gereğinden fazla övmek, abartılı şekilde methetmek.
O başarıyı öve öve göklere çıkardı, her yerde bahsetti.
öyle başa böyle traş: Bir işte, baştan sona aynı kalmak, değişmeyen bir durum.
Ne yaparsan yap, öyle başa böyle traş, sonuç değişmeyecek.
özü sözü bir: Gerçekten samimi ve dürüst biri olmak.
O kişi özü sözü bir, her zaman açık ve dürüst davranır.
pabucu büyüğe okutmak: Birini veya bir şeyi küçümsemek, önemsememek.
Şirketin yeni yetkisi, eski çalışanının pabucunu büyüğe okutur gibi davranıyor.
pabucu eline vermek: Birinin veya bir şeyin önüne geçmek, üstün gelmek.
O yenilgi, rakibinin pabucunu eline verdi, üstünlüğü kaybetti.
pabucu yarım: Eksik veya yetersiz olmak.
Onun sunduğu çözüm pabucu yarım, tam anlamıyla yeterli değil.
pabucuna kum dolmak: İşlerin veya durumların kötüleşmesi.
O işlerin bu hale gelmesiyle pabucuna kum doldu, her şey kötüleşti.
pabucunu ters giymek: Bir şeyi yanlış veya alışılmadık şekilde yapmak.
O hatayı yaparak pabucunu ters giydi, işin sonucunu etkiledi.
pabuç bırakmamak: Hiçbir şey bırakmamak, tamamen tüketmek.
O işte, tüm kaynakları kullandı ve pabuç bırakmadı.
pabuç pahalı: Bir şeyin veya durumun çok değerli veya pahalı olması.
O fırsat, pabuç pahalı, kaçırılmaması gereken bir fırsat.
pabuç paralamak: Bir şeyin değerini kaybetmesi, bozulması.
O eski sistem pabuç paralamış durumda, artık işe yaramıyor.
pabuçsuz kaçmak: Bir işten veya durumdan kaçmak, sorumluluktan kaçınmak.
Sınavdan geçemedi ve pabucusuz kaçtı, sonuçlardan kaçtı.
paça olmak: Belirli bir durumda veya işte olmamak, başarılı olamamak.
O projede paça oldu, istenen sonucu elde edemedi.
paçaları sıvamak: Bir işe başlamak, çalışmaya koyulmak.
O önemli projede paçaları sıvayıp çalışmalara başladı.
paçaları tutuşmak: Endişelenmek veya tehlike yaşamak.
O haber sonrası paçaları tutuştu, büyük bir endişe yaşadı.
paçavrasını çıkarmak: Eskimiş veya kullanılmaz hale gelmiş bir şeyi çıkarmak.
O eski eşya, paçavrasını çıkarmış durumda, artık işe yaramıyor.
paçayı kaptırmak: Bir işte veya durumda başarısız olmak, sorun yaşamak.
O yanlış karar, paçayı kaptırmasına neden oldu.
padavra gibi: Eski ve işe yaramaz bir durumda olmak.
O eski bilgisayar padavra gibi, artık hiç verimli değil.
padavrası çıkmış: Eski, kullanılmaz veya bozulmuş bir duruma gelmiş.
O eski araç padavrası çıkmış durumda, sürekli arıza yapıyor.
paha biçilmez: Çok değerli, kıymetli.
O eski eşya paha biçilmez, tarihi bir değeri var.
paha biçmek: Bir şeyin değerini belirlemek.
O sanat eserine paha biçmek zor, çünkü çok değerli.
pahalıya mal olmak: Bir işin veya şeyin yüksek maliyete neden olmak.
Yanlış karar pahalıya mal oldu, büyük bir mali kayıp yaşandı.
pala sallamak: Tehdit veya zorbalık yapmak.
O kişi, pala sallayarak herkesi korkutmaya çalıştı.
palamarı çözmek: Bir işin veya durumun çözülmesi.
Sorunları palamarı çözmekle başarıyla sonuçlandı.
palavra sıkmak: Gerçek olmayan veya abartılı şeyler söylemek.
O adam sürekli palavra sıkıyor, gerçeklerle ilgisi yok.
palüze gibi: Çabuk yıpranan veya etkisiz olan.
O eski malzeme palüze gibi, hemen bozuluyor.
pancar gibi olmak: Çok kırmızı veya kızarmış görünmek.
O utanç verici olay sonrası pancar gibi oldu, yüzü tamamen kızardı.
pancar kesilmek: Bir işin veya durumun sona ermesi.
O proje için pankar kesildi, artık devam edemeyecekler.
paniğe kapılmak: Korku veya endişe nedeniyle kontrolünü kaybetmek.
O haberle paniğe kapıldı, ne yapacağını bilemedi.
papara yemek: Kötü bir durum yaşamak, zarar görmek.
O hatadan sonra papara yedi, ciddi bir kayıp yaşadı.
paparayı yemek: Aynı şekilde kötü bir durumda olmak veya zarar görmek.
O işte başarısız olup paparayı yedi, büyük bir sıkıntıya düştü.
par par yanmak: Parlak bir şekilde yanmak veya ışıldamak.
Yeni araba par par yanıyor, dikkat çekici bir görüntüsü var.
para basmak: Çok miktarda para harcamak veya üretmek.
O projeye para bastı, yüksek maliyetleri karşılamak zorunda kaldı.
para dökmek: Çok para harcamak.
O tatilde gerçekten para döktü, her şey çok pahalıydı.
para peşin kırmızı meşin: Para ödemek, genellikle peşin ödeme anlamında.
O malı almak için para peşin kırmızı meşin ödedim, her şey hazır.
para yemek: Çok para harcamak, gereksiz yere para tüketmek.
O gece dışarıda çok para yedi, masraflar fazlasıyla arttı.
parasını sokağa atmak: Para harcamak, genellikle bu harcamanın israf olduğu düşünülür.
O yeni telefonun fiyatı çok yüksek, parasını sokağa atmış gibi oldu.
paraya kıymak: Parayı önemli görmek, harcamayı ciddiye almak.
İşin sonunda paraya kıyacak, her şeyin değerini bilecek.
paraya para dememek: Parayı önemsememek, çok para harcamak.
O kişi paraya para demiyor, her şeye bolca harcıyor.
parayı denize atmak: Parayı boşa harcamak.
O yatırım, parayı denize atmak gibi oldu, hiçbir getirisi yok.
parlare chiaro: İtalyanca bir ifade olup “açıkça konuşmak” anlamına gelir.
Toplantıda parlare chiaro oldu, herkes ne konuşulduğunu net bir şekilde anladı.
parmağı ağzında kalmak: Şaşkınlık veya sessizlik içinde olmak.
O haberi duyunca parmağı ağzında kaldı, ne diyeceğini bilemedi.
parmağı olmak: Bir olayda, işte etkili olmak.
O proje başarılı oldu çünkü onun parmağı vardı, katkıda bulundu.
parmağı var: Bir işte etkisi veya katkısı olmak.
Bu işte onun parmağı var, başarılı olmasının sebebi o.
parmağına dolamak: Birine karşı çok fazla güvenmek veya bağımlı olmak.
O, işte her şeyi ona parmağına dolamak zorunda kaldı, her şeyi ona güveniyor.
parmağını bile kıpırdatmamak: Hiçbir şey yapmak, harekete geçmemek.
Sorumluluklarını unuttu, parmağını bile kıpırdatmadı.
parmak atmak: Bir şeyin veya birinin üzerine dikkat çekmek.
O yanlış yapınca hemen parmak atıldı, herkes onu suçladı.
parmak basmak: Bir sorun veya konuyu vurgulamak.
O konuşmada önemli noktaya parmak basıldı, herkes dikkatle dinledi.
parmak bozmak: Bir şeyi bozmak veya hatalı yapmak.
O işte parmak bozdum, sonuç istediğim gibi olmadı.
parmak hesabı: Basit bir hesaplama, genellikle paranın hızlıca hesaplanması.
O işte parmak hesabı yaparak bütçeyi ayarladık.
parmak ısırmak: Bir hata veya pişmanlık nedeniyle üzüntü duymak.
O yanlış karardan sonra parmak ısırıyor, pişmanlık duyuyor.
parmak ısırtmak: Çok etkileyici veya başarılı olmak.
O gösterisi parmak ısırtacak bir başarıydı, herkes hayran kaldı.
parmak kadar: Çok küçük, az.
O işteki katkısı parmak kadar, büyük bir etkisi yok.
parmak yalamak: Bir şeyin tadını çok beğenmek, memnun olmak.
Yemeğin tadı o kadar güzeldi ki parmak yalamak zorunda kaldı.
parmakla gösterilmek: Çok dikkat çekici, ünlü olmak.
O başarıyla parmakla gösteriliyor, herkes onun başarısını konuşuyor.
parmaklarını yemek: Çok beğenmek, hayran kalmak.
O yemek o kadar lezzetliydi ki parmaklarını yedi, tadına doyamadı.
Paskalya yumurtası gibi: Çeşitli renklerde, parlak ve dikkat çekici.
O eski arabanın renginden sonra Paskalya yumurtası gibi parlıyor.
pastırmasını çıkarmak: Bir şeyin veya durumun çok kötüye gitmesi.
O iş, pastırmasını çıkarmış durumda, her şey bozulmuş.
patentasının altına almak: Bir iş veya buluş için resmi olarak sahiplenmek.
O yeni tasarımı patentasının altına aldı, artık başkaları kullanamaz.
pay edene pay kalmamak: Bir şeyi paylaştırdıktan sonra geri bir şeyin kalmaması.
O işin sonunda pay edene pay kalmadı, her şey kullanıldı.
paydos borusunu çalmak: İşin sonlandığını, molanın başladığını duyurmak.
O iş günü paydos borusunu çaldı, herkes gün sonunu işaret etti.
pek söylemek: Bir şeyi açıklamak, ifade etmek.
O sorunun çözümünü pek söylemek zorundayız, herkesin anlaması lazım.
pençe atmak: Güç veya zorbalıkla birine saldırmak.
O kişi, rakibine pençe attı, büyük bir mücadele verdi.
perde arkası: Görünmeyen, gizli durumlar.
O işin perde arkası oldukça karmaşık, herkes her şeyi bilmiyor.
pergelleri açmak: Sınırları genişletmek, alanı genişletmek.
O yeni projede pergelleri açmak zorundayız, daha geniş bir alanı kapsamalıyız.
pervane olmak: Çok aktif, enerjik olmak.
O toplantıda pervane oldu, sürekli hareket ediyordu.
pes demek: Yeter demek, artık dayanamayacak hale gelmek.
O zor şartlar altında pes dedi, artık devam edemedi.
pestil gibi olmak: Çok yorulmak, bitkin düşmek.
O uzun yolculuktan sonra pestil gibi oldu, tamamen tükenmiş durumda.
pestilini çıkarmak: Çok yorulmak veya tükenmek.
O ağır iş sonunda pestilini çıkardı, bitkin hale geldi.
peşinden koşmak: Bir şeyi veya kişiyi sürekli takip etmek, uğraşmak.
O fırsatı yakalamak için peşinden koşuyor, her şeyi deniyor.
peşinden sürüklemek: Birine veya bir şeye bağlı kalmak, onu takip etmek.
O sorun, herkesi peşinden sürükledi, çözülmesi gereken bir durum haline geldi.
peşkeş çekmek: Bir şeyi rüşvet veya haksızlıkla başkasına vermek.
O ihaleyi peşkeş çekti, doğru olmayan bir yolla kazandı.
pılı pırtı: Dağınık, gereksiz eşyalar.
O eski evde pılı pırtı vardı, her şey dağınıktı.
pılı pırtı toplamak: Eşyaları toplamak, toparlanmak.
O işten sonra pılı pırtıyı topladı ve eve döndü.
pırasa bıyıklı: İri ve kalın bıyık sahibi olmak.
O kişinin bıyıkları pırasa bıyıklı gibi, oldukça kalın ve dikkat çekici.
pırlanta gibi: Çok iyi, mükemmel, kusursuz.
O araba pırlanta gibi, her detayına özen gösterilmiş.
piç etmek: Bir şeyi veya durumu kötü hale getirmek.
O proje tamamlanmadan piç edildi, sonuç tam bir felaket oldu.
pilavdan yemek: İlgisiz, sıradan bir işi yapmak.
O sadece pilavdan yemek, asıl işin önemli kısmıyla ilgilenmiyor.
pireye kızıp yorgan yakmak: Küçük bir sorundan dolayı büyük bir sorun yaratmak.
O hatayı yapınca pireye kızıp yorgan yaktı, her şeyi büyütüp abarttı.
pirinci su kaldırmamak: İşe yaramaz, basit şeyler yapmak.
O adamın yaptığı işler pirinci su kaldırmıyor, fazla bir katkı sağlamıyor.
pislik parmağından akmak: Çok kötü, pis bir durumda olmak.
O ev pislik parmağından akıyor, temizlikten uzak.
pişmiş aşa soğuk su katmak: İşin ya da durumun sonuna zarar vermek.
O öneriler pişmiş aşa soğuk su kattı, her şeyi berbat etti.
pişmiş kelle gibi sıratmak: İlgisiz veya umursamaz bir tavır sergilemek.
O işte pişmiş kelle gibi sıratıyor, hiçbir şeyi ciddiye almıyor.
piyango vurmak: Şans eseri büyük bir kazanç sağlamak.
O işte piyango vurdu, beklenmedik bir başarı yakaladı.
piyasaya düşmek: Ürün veya kişinin geniş bir kitle tarafından tanınması.
O yeni telefon piyasaya düştü, herkes onu konuşuyor.
polemiğe girmek: Tartışma veya çekişmeye dahil olmak.
O konuda polemiğe girdi, birçok kişiyle tartıştı.
posasını çıkarmak: Bir şeyi çok yıpratmak veya kötü hale getirmek.
O eski araba posasını çıkardı, artık kullanılmaz durumda.
post elden gitmek: Durumun kötüleşmesi, zorluk yaşamak.
İşler kötüye gitmeye başladı, post elden gitmek üzere.
post sermek: Bir şeyi iyi hale getirmek veya hazırlamak.
O yeni evi güzel bir şekilde post serdi, her şey mükemmel görünüyor.
post vermek: Birine bilgi, haber vermek.
O önemli gelişmeleri post verdi, herkes bilgilendi.
posta etmek: Bir şeyi yollamak veya göndermek.
O mektubu posta etti, şimdi beklemek kaldı.
posta geçmek: Bir yere geç gelmek.
Toplantıya posta geçti, birçok önemli şey kaçırdı.
postayı kesmek: İletişimi durdurmak veya kesmek.
O kişi postayı kesti, artık haberleşmiyoruz.
postu deldirmek: Birinin güvenliğini veya korumasını aşmak.
O adam postu deldirdi, büyük bir sırrı açığa çıkardı.
postu kaptırmak: Kişinin avantajlı bir durumu kaybetmesi.
O fırsatı kaçırınca postu kaptırdı, geri dönmek zor oldu.
postu sudan çıkarmak: Durumu düzelmek, sorunları çözmek.
O kriz durumunda postu sudan çıkardı, her şeyi yoluna koydu.
postunu çıkarmak: Kişisel olarak kazanç sağlamak veya başarı elde etmek.
O proje ile postunu çıkardı, büyük bir başarı kazandı.
postuna saman doldurmak: Bir şeyi boş veya gereksiz şekilde doldurmak.
O eşyayı postuna saman doldurdu, her şey dağınıktı.
postunu çıkarmak: Bir konuda avantaj sağlamak veya başarılı olmak.
O işte postunu çıkardı, büyük bir gelir elde etti.
pöstekiyi kurtarmak: Eski veya modası geçmiş bir şeyi yeniden kullanmak veya eski hale döndürmek.
O eski takım elbiseyi pöstekiyi kurtardı, yeniden kullanılır hale getirdi.
pöstekiyi sermek: Yüzeyde bir şeyin görünmesini sağlamak.
O odanın köşesine eski püskü bir halı pöstekiyi serdi, yer düzenli göründü.
pöstekiyi sudan çıkarmak: Eski ve modası geçmiş bir şeyi yeniden kullanmak veya eski hale döndürmek.
O eski arabayı pöstekiyi sudan çıkardı, bakım yaptı ve kullanılır hale getirdi.
prangaya vurmak: Bir kişiyi veya şeyi kısıtlamak, engellemek.
O hareketi yasaklayınca prangaya vurdu, özgürlükleri kısıtladı.
prim yapmak: Bir işi veya kişiyi öne çıkarmak, teşvik etmek.
O yeni projeye prim yaptı, destek verdi.
puan kazanmak: Başarı sağlamak, iyi performans göstermek.
O sınavda yüksek puan kazanarak başarılı oldu.
pupa yelken: Rüzgarın gemiyi ilerletmesini sağlamak, doğru yolda ilerlemek.
O yeni strateji ile pupa yelken gidiyoruz, işimiz hızla ilerliyor.
pusuya düşürmek: Birini veya bir şeyi tuzağa düşürmek, sakıncalı bir duruma getirmek.
O adamı pusuya düşürdü, artık yakalanmak zorunda.
put kesilmek: Bir konuda dikkat çekmek veya vurgulanmak.
O yeni tasarımın put kesilmesi, herkesin ilgisini çekti.
püsküllü bela: Büyük ve karmaşık bir sorun.
O problem püsküllü bela oldu, çözümü oldukça zor.